Ernst Fischer
Çeviri: Ahmet Cemal.
Çağının kendisine çok yakın olan olumsuz yanını olanca gücüyle özümsediği yolundaki dikkat çekici sözü, Kafka’nın ikili söylemidir ve bu söylem aynı, zamanda hem kendisine, hem de yaşadığı zaman parçasına ilişkindir. Kafka’nın duyarlı ve algılanması neredeyse olanaksız belirtiler karşısında şiddetli tepki gösteren yapısı, ona gizli hastalığı sezgi yoluyla algılayabilme yeteneğini kazandırmıştı. Kanserin kokusunu, daha varlığını kanıtlamanın olanaksız olduğu başlangıç evresinde alabilen bir doktor tanımıştım. Kafka ise görünüşte henüz işleyen bir toplumdaki çürümenin, gününün bürokratında yarının saldırganının ve celladının, göze görünmeyen tohumda oluşan yıkımın kokusunu aldı. Bunu yapabildi, çünkü bireysel konumu ile toplumsal bir konum arasında koşutluk vardı ve zamanının olumsuz yanı, onun çevresinde başka yerde olduğundan daha belirgin biçimde ortaya çıkmıştı.
Kafka’nın en temel yaşantısını yabancılık, dışlanmışlık, kendi kendine sürgün edilmişlik oluşturur. Günther Anders, “Kafka pro et contra” başlıklı mükemmel araştırmasında şöyle der: “Kafka, bir Yahudi olarak tümüyle Hristiyan dünyasının insanı değildi. Yahudiliğini umursamayan -ki gerçekte umursamıyordu- bir Yahudi olarak tümüyle Yahudilerden sayılamazdı. Almanca konuşan biri olarak tam anlamıyla bir Çek insanı değildi.
Almanca konuşan bir Yahudi olması nedeniyle, tam anlamıyla Bohemyalı bir Alman olduğu söylenemezdi. Bohemyalı olması, tam anlamıyla Avusturyalı olmasını önlüyordu: Sosyal sigorta memuru olarak tam burjuva değildi. Bir burjuva ailesinin oğlu olarak tümüyle emekçiler sınıfına girmiyordu; ama bir büro insanı da değildi çünkü bir yazar olduğunu duyumsuyordu. Gelgelelim bir yazar da değildi, çünkü gücünü ailesi uğruna harcıyordu. Oysa “aile çevremde bir yabancıdan bile yabancı yaşıyorum.” (Nişanlısının babasına yazdığı bir mektuptan) “Hepiniz bana yabancısınız,” der Kafka annesine, “yalnızca bir kan bağı var, ama o da kendini duyumsatmıyor ...” Kasvetli aile yaşamından nefret eder, ama kurtulamaz. “Bundan da nefret ediyorum; evde annemle babamın yattıkları yatağın, kullanılmış çarşafların, dikkatle yerleştirilmiş gömleklerin görünüşü, beni kusturacak kadar bunaltabilir, içimi altüst edebilir, öyle ki, ‘sanki doğuşum bir türlü tamamlanamamış, bu karanlık evde, kasvetli bir yaşamdan hep yeniden dünyaya geliyorum, o evde sürekli olarak varlığımın onaylanmasını bekliyorum ...” Çalışkan ve halinden memnun küçük burjuva ailesinin, içlerinden yetişen bu kuraldışı insan karşısındaki anlayışsızlıkları, mutlak ve aşılmazdır. Bu nedenle sevgi arayan çocuk, kendi dünyasının bir köşesine kıvrılır. Çoğu kez kötü giydirilmektedir; kendini giysilerine uydurabilsin diye çarpık durur. “Daha o zamanlar gerçeklerden çok sezgilerin aracılığıyla kendimi küçük görmeye başlamış olduğumdan, giysilerin yalnızca benim üstümde böyle önce kaskatı, ardından da buruşuk ve sarkık göründüğüne inanmıştım ... “ Ama çocuk, uyumazdan önce kurduğu düşlerle yetinir: “Günün birinde zengin bir adam olarak, dört atın çektiği bir arabayla Yahudilerin oturduğu bölgeye girecek, haksız yere dövülen güzel bir kızı söyleyeceğim tek sözün gücüyle kurtarıp arabama alacağım ve götüreceğim ..”. Amerika romanında, bir ateşçinin hakkını savunmak için korkusuzca savaşan Karl, şöyle düşünür: “İsterdi ki annesiyle babası onun yabancı bir ülkede, önemli kişilerin önünde iyi uğruna, nasıl savaştığını, ve henüz zaferi kazanmamış bile olsa, son fetih için kendisini nasıl tümüyle hazır tuttuğunu görebilsinler ...”
Kafka, sık sık Kleist’ın mektuplarını okur ve genç soylu Kleist’ın ailesinin, yazar Kleist’ı ‘insan toplumunun hiçbir işe yaramayan bir uzvu’ saymış olduğunu belirterek, içine acının da karıştığı alaylı bir gülümsemeyle, yüzüncü ölüm yıldönümünde ailesinin onun mezarına, üstünde: -Soyunun en iyisine- yazılı bir çelenk bırakmasını söylerdi.
Prag’lı Yahudi Franz Kafka ile Prusyalı genç soylu Heinrich von Kleist arasındaki benzerlik, şimdiye dek sık sık belirtilmiştir. Ailesine, toplumsal konumuna ve ülkesine yabancılaşıp yabancı ülkelere yola çıkan Kleist, zaferle dolu bir dönüşün ailesinin ona sunacağı defne tacın düşünü kurmuş, ama hiçbir başarı kazanmaksızın geri dönmüş ve bunun utancına dayanamayıp ölmüştür. Kafka ise aile bağlarından kurtulabilme konusunda Kleist’dan da başarısızdı; kaçış girişimleri kendine aşırı güvenmiş olan genç soylununkilerden daha yetersizdi’. Ama sonuçta ikisi de birer kaçak, birer yabancıydılar; yetişkinlerle başa çıkabilecek güçte olmayıp, çocukluk yıllarında hapsolmuş kalmışlardı; ne kendilerini kurtarabilmişlerdi, ne de başkalarıyla sürekli bir birlikteliği gerçekleştirebilmişlerdi; sonunda böyle bir beraberliği kendilerine ancak ölümün getirebileceğine umut bağlamışlardı. Her ikisi de özellikle yabancılıklarıyla, gelmekte olan bir çağın temsilcileriydiler; tıpkı Rousseau’nun, tıpkı Byron’ın abartmaya kaçan bir üslupla yeni bir zamanın belirleyici özelliklerini önceden haber vermiş oluşları gibi.