Kaynak: Mustafa Öztürk.(2000). Çağlar İçinde Türk Destanları, İstanbul: Alioğlu Yayınevi, s. 243-245.
İlhan (Moğol) yurduna hâkim olunca (olduğu zaman) Tatar yurdunda da Sevinç Han hüküm sürerdi. İkisi de aynı yaşta idiler. Aralarında vuruşmalar başladı. Hep İlhan üstün gelirdi. Sevinç Han Kırgız hakanına değerli armağanlar gönderdi, onu kendi tarafına aldı. Dedi ki bu Moğolların (Türklerin) okunun ötmediği, kolunun yetmediği dünya yüzünde bir yer kalmadı. Biz onları yok etmezsek onlar bizi kırıp geçirecekler, el ele olalım, öç alalım. Kırgız Han öyle olsun dedi. Türkler üzerlerine bütün düşmanlarının birden geldiklerini görünce çadır ve sürülerini bir tarafa yığıp hendek kazdılar, beklediler. Sevinç Han geldi, vuruş başladı, on gün savaş oldu, on günde Türkler üstün geldiler. Sevinç bunun üzerine bütün han ve beylerini toplayıp dedi ki: eğer hile ile bunları yenemezsek bizi bitirecekler, kaçış oyunu yapalım.
Malları olduğu gibi bırakıp tan ağarınca kaçışa başladılar. İlhanın askerleri, malı bölüşe girince birden dönüp savaşa başladılar. Türklerin ardını sardılar, çadırlar bir arada olduğundan erkek, kadın, çocuk hiçbir Türk kurtulamadı. Böylelikle dünyada Türk kalmadığını sandılar. Sevinç Han Türkleri vurduktan sonra memleketine çekilmişti. İlhan'ın oğulları bu savaşta ölmüştü ancak en küçüğü olan Kıyan kalmıştı. Kıyan o yıl evlenmişti. İlhan'ın kardeş oğlu olan Nöküz de Kıyan ile aynı yaşta idi. Nöküz de o yıl evlenmişti. Bunların her ikisinin de karıları savaşın başladığı o gün en önde vuruşuyorlardı. Sevinç Han'ın askerlerinin önüne düşmüşlerdi arkalarındaki ezginliği (yenilgiyi) görünce dağlar arasında kimselerin gözünün göremeyeceği bir yer aradılar.
Yaban koyunlarının çıkabildiği ince bir taş yoldan sarp dağların içine düştüler. Yalçın kayalı boğazlardan atlaya atlaya ancak bir keçinin güçlükle geçebileceği yukarısı, başı dumanlı dağ; aşağısı, gürül gürül akan bir boğazı yedi günde geçip yedi günde de tepelerden inip üzeri çeşitli otlarla kaplı, her türlü hayvanın yaşadığı, pınarların kaynaştığı, geniş, göz alabildiğine geniş bir düzlüğe geldiler. Hemen yere kapanıp Tanrı'ya dua ettiler, şükürler kıldılar. Kışın mallarının etini yerler, derilerini giyerler, yazın sütünü içerlerdi. Oraya Ergenekon adını verdiler.
"Ergene"nin anlamı "bir dağın kemeri" oturdukları yer. "Kom" anlamı da "diklikti". Bulundukları yer gerçekten çevrenin en ünlü dağının en düzlüğü idi. Tanrının kendilerini ulaştırdığı yere en güzel adı bulmuşlar ve koymuşlardı.
Kışın mallarının etini yer, derisini giyer yazın sütünü içerler demiştik. Bu yaşama onların sadece çoğalmalarını sağlıyor ama dedelerinin mutlu günlerinin özlemini yüreklerinden çıkarmıyorlardı.
İlhan'ın küçük oğlu olan Kıyan'ın anlamı "Dağdan yıldırım hızı ile inen sel" demekti. İlhan küçük oğluna bu adı neden koymuştu bilinmez. Yalnız Kıyan taşıdığı ada layık biri idi. Nököz ile Kıyan'ın evlatları o kadar çoğaldılar ki soy sopa göre onlara ayrı ayrı oymak (Orok-Uruk) adı verilmek gerek idi. Daha sonraları Araplar Irk, Uruk kelimelerini Türklerin bu Orok (Uruğ) adından aldılar. Kıyan ve Nököz'ün dördüncü kuşaktan sonraki oymak (oruk)ları birer büyük aile haline geldiler. Büyük aile anlamında oymaklara ayrıldılar.
Aradan dört yüz yıl geçmişti öylesine çoğalmışlardı ki oralara sığmaz olmuşlardı. Yaşlılar bir araya geldiler ve dediler ki: "Atalarımızdan dinlerdik, çevresinde yaşadığımız bu illerin ötesinde, bizim asıl yurtlarımız vardır. Tatar baş olup cümle düşman üzerimize çullanmış, bizi alt etmiş, kınmış, yurdumuzu almış. Tanrı'ya şükür şimdi çokluğuz, düşmandan korkup dağa kapanacak halde değiliz. Bir yol bulup bu dağdan göç edip çıkalım. Bize dost olanla görüşür, düşman olanla güreşiriz." Herkes bu düşünceyi doğru buldu, kurultayın uygun gördüğü bu düşünceyi yürütmek için cümlesi yollara düştü. Ne çare ki bir yol bulamadılar. Bir demirci şöyle dedi.
"Bir yer bilirim, orada demir madeni var, eritir kendimize yol açarız. Yeter ki bu ülkü yüreğimizi demiri eritecek kadar doldurmuş olsun", dedi. Gözler ışıldadı, herkes gücünün yettiği kadar odun topladı. Önce bu odunlar dünya yüzüne o insanların buluşu olan kömür haline getirildi. Bir sıra odun bir sıra kömür konuldu. Dağın böğründeki yarıklara istif edildi. Dokuz yüz devenin derisinden koskoca körükler yapıldı. Dağın sağına ve soluna bu odun ve kömürler yığıldı. İhtiyarlar da ellerini açıp Yüce Tanrı'ya yalvardılar, en yaşlısı gözü nemli, yüreği dertli odunu ateşledi.
Tanrı Türkü korumuş, demir erimeye başlamış, odun kömür yığınları hep tazelenerek, bütün boylar başında nöbet tutarak, genç kızlar kurtuluş destanı okuyarak günler geçti. Demir bir devenin geçeceği kadar eridi, sevinç dağı taşı inletti. Yol açılmıştı, o ayı, o günü, o saati bellediler. Hala bu günü getiren her yıl Türk elinde anılır. Şöyle ki, her obada yaşlı bir kişi bir demir parçasını ateşle kızdırır, örsün üzerine kor, çekiçle vurur, oyun oynarlar, kımız içerler. "Zindandan çıkıp ata yurduna geldiğimiz gün bu ışıklı gündü" derler.
Ergenekon'dan çıktıkları zaman Türklerin hakanı Kıyan soyundan ve Karlos uruğundan Börteçine idi. Bütün oymaklara elçiler gönderip Tanrı'nın dirliği ile Ergenekon'dan çıktıklarını bildirdi. "Haydin bir bayrak altına" dedi. Gelenleri selamladılar, bağırlarına bastılar, gelmeyenleri kırdılar, geçirdiler. Bütün oymaklara baş oldular.
Börteçine'den sonra, Kıyan ve Nököz'ün (Negöz) evlatları Ergenekon'dan çıktıkları zaman hanları Börteçine idi. Onun oğlu Demirtaş, onun oğlu da Yıldız Han'dı. Yıldız Han'ın iki oğlu vardı ikisi de kendisinden önce ölmüşlerdi. Alankova adlı bir kız torunu vardı. Alankova'yı kardeş oğlu Bey Han'la evlendirdi. Fakat Bey Han otuz yaşındayken öldü, geriye iki oğlu kaldı. Belgütay ile Bökçeday." (Alankova'nın kocasının ölümünden sonra kutlu ışık içinde kendisine gelen bir börü ile evlenmesinden Cengiz'in atası dünyaya gelmiştir).
Ben Hive Hanı Ebülgazi Bahadır Han, dilerim ki dünya yüzünde Türklük var oldukça bütün yeni nesiller bu öz günü (kutlu günü) unutmasınlar. Onu kutlasın, demiri dünya yüzünde ilk kez eritenlerin ve kendilerine kurtuluş yolu, dünyaya önderlik yolu açanların kendi ataları olduğunu yılda bir kez hatırlasın ve yüreğinde aynı şavkı, aynı ateşi duysun."