Ernst Cassirer
İnsan Üstüne Bir Deneme. Çeviren: Necla Arat.
İnsan Üstüne Bir Deneme.
Çeviren: Necla Arat.
Sanat felsefesi, dil felsefesinde karşılaştığımız iki karşıt eğilim arasındaki çatışmayı yeniden ortaya koyar. Kuşkusuz bu, yalnızca tarihsel bir rastlantı olmayıp gerçekliğin yorumlanmasındaki tek ve aynı temel bölümlemeye kadar geri gider. Dil ve sanat sürekli olarak iki karşıt kutup arasında, nesnel ve öznel kutuplar arasında gidip gelmektedirler.
İlkin dil ve sanat, ortak bir ad altına, öykünme deyisi altına sokulmuşlardır. Her ikisinin de işlevleri öykünmedir. Dil seslerin öykünülmesi, sanat ise dış nesnelerin öykünülmesidir... Aristoteles "Öykünme, tüm insanlarda çocukluktan itibaren doğaldır." diyor.
Sanat, "güzel doğayı" canlandırır. Ama eğer öykünme, sanatın gerçek amacı ise böyle herhangi bir "güzel doğa" kavramı, çok kuşku götürür bir kavramdır. Çünkü örneğimizi, biçimini değiştirmeksizin nasıl geliştirebiliriz? Nesnelerin gerçekliğini, doğruluğun yasalarını bozmaksızın nasıl aşabiliriz? Bu kuramın görüş açısına göre, genel olarak şiir ve sanat hoşa giden birer yanılmadan başka bir şey olamazlar.
Genel öykünme kuramı 18. yüzyılın ilk yarısına kadar gücünü koruyup saldırılara karşı koyar görünmüştür. Genel düşünce tarihinde Rousseau'nun adı, estetik alanında da kesin bir dönüm noktasını gösterir. Ona göre sanat deneysel dünyanın bir betimlemesi veya canlandırılması olmayıp, duygu ve tutkuların bir taşkınlığıdır. Yüzyıllar boyunca egemen olmuş olan öykünme ilkesi, bundan sonrası için yerini yeni bir kavram ve yeni bir ideale, "karakteristik sanat" idealine bırakmak zorunda kalmıştır. Almanya'da Herder ve Goethe, Rousseau örneğini izliyorlar.
Goethe, "Von deutscher Baukunst"daki makalesinde okuyucularını şöyle uyarıyor: "Bu karakteristik sanat biricik, gerçek sanattır. Etrafında uzanan şeyler üzerinde, tek, bireysel, özgün ve kendisine yabancı her şey hakkında kayıtsız, bağımsız ve içten bir duygu ile işlendiğinde ister kaskatı yabanıllıktan ister eğitim görmüş duyarlılıktan doğsun, o bütündür ve yaşayan sanattır."
Ama bu karakteristik sanatı gerçek anlamında anlayabilmek için tek yanlı bir yorumlamadan kaçınmamız gerekir. Bütün önemi, sanat yapıtının duygusal tarafına vermek yeterli değildir. Bütün karakteristik veya dışlaştırıcı (expressive) sanatın, "güçlü duyguların kendiliğinden taşması" olduğu doğrudur. Bu durumda sanat, üretken (reproductive) olmayı sürdürecek ama eşyaların, fizik nesnelerin bir reprodüksiyonu olacak yerde, bizim içsel yaşamımızın, duygularımızın bir reprodüksiyonu olacaktı. Ama " karakteristik sanat" teriminin Goethe tarafından anlaşılan anlamı bu değildir: Sanat, gerçekten dile getiricidir (exprsive); ama biçim verici (formative) olmadan dile getirici olamaz....
Kant'ın matematiğe ilişkin sözlerini yalnızca kuramsal bir görüş açısından ele alabiliriz. Kant'a göre matematik "insan usunun övüncüdür." Ama bilimsel usun bu yengisi için çok yüksek bir bedel ödemek zorundayız. Bilim soyutlama demektir ve soyutlama her zaman gerçekliğin yoksullaşmasıdır. Bilimsel kavramlarla betimlendiklerinde nesnelerin biçimleri giderek daha çok formüller şekline dönüşmeye yönelirler. Bu formüller şaşırtıcı bir basitliktedir. Newton'un yer çekimi yasası gibi tek bir formül özdeksel (maddi) evrenimizin tüm yapısını açıklar görünür. Sanki gerçeklik yalnızca bilimsel soyutlamalarımız tarafından kavranır olmakla kalmaz, aynı zamanda onlar tarafından açıklanabiliyormuş gibi de görünür. Ama sanat alanına girer girmez bunun bir yanılgı olduğu ortaya çıkar. Çünkü nesnelerin görünüşleri sayısızdır ve onlar bir andan ötekine değişirler. Onları basit bir formül içinde her kavrama çabası anlamsız olacaktır. Herakleitos'un "Güneş, her gün yeni bir güneştir." tümcesi, bilim adamının güneşi için değilse de sanatçının güneşi için doğrudur.
Sanat bize insan ruhunun devinimlerini, tüm derinlikleri ve çeşitlilikleriyle verir. Ama bu devinimlerin biçim, ölçü ve ritimleri herhangi bir tek duygu durumu ile karşılaştırılamaz. O, yaşamın kendisinin devingen bir süreci, neşe ve keder, ümit ve korku, sevinç ve umutsuzluk gibi karşıt kutuplar arasında sürekli bir gidip gelmedir. Duygularımıza estetik bir biçim vermek, onları özgür ve etkin bir duruma sokmak demektir.
Platon, bizim, tragedyada olduğu kadar komedyada da haz ve acının karışımı olan bir duyguyu yaşadığımızı öne sürer. Gerçekten de her büyük şiirde -Shakespeare'in oyunlarında, Dante'nin Komedyası'nda, Goethe'nin Fausfunda- insansal duyguların tümünü yaşamamız gerekir. Mozart'ın müziğinden neşeli ve duru; Beethoven'ınkinden karanlık, iç sıkıcı veya yüce olarak söz etmek anlayışsız bir beğeniyi ele verecektir. Burada da tragedya ile komedya arasındaki ayrım yersiz oluyor. Mozart'ın Don Giovanni'sinin bir tragedya mı yoksa komik bir opera mı olduğu sorusu hiç de yanıtlanmaya değer bir soru değildir. Beethoven'ın, Schiller'in Neşeye Övgü'sü üzerine kurulmuş kompozisyonu, en üst düzeyden bir sevinci dile getirir. Ama onu dinlerken bir an için bile Dokuzuncu Senfoni'nin trajik vurgularını unutmayız. Tüm bu karşıtlıklar var olmalı ve tüm güçleriyle duyumsanmalıdırlar. Onlar bizim estetik yaşantımızda bölünmez bir bütün şekline girerler.
Beğeni Ölçütü Üzerine (Of the Standart of Taste) adlı denemesinde Hume, şunu ileri sürer: "Güzellik, nesnelerin kendilerinde olan bir nitelik değildir: O, yalnızca güzellikleri seyreden anlık (zihin) içinde vardır."
Albrecht Dürer'e göre sanatçının gerçek yeteneği, doğadan güzelliği "çıkarmaktır". "Sanat doğaya kesin olarak karışmış olduğu için yalnız onu oradan çekip çıkarabilen ona sahip olur." diyor Dürer. Öte yandan sanatın güzelliği ile doğanın güzelliği denilen şey arasında herhangi bir bağlantıyı yadsıyan tinselci kuramlar görüyoruz. Tinselci kuramlarda doğanın güzelliği yalnızca eğretileme (metafor) olarak anlaşılır.
Croce, güzel bir ırmak veya ağaçtan söz etmenin salt retorik olduğunu düşünür. Ona göre sanatla karşılaştırıldığında doğa budaladır. O, insan onu konuşturmadıkça dilsizlikten kurtulamaz. Bu kavramlar arasındaki çelişme, belki organik güzellikle estetik güzelliği kesin olarak birbirinden ayırırsak çözülebilir. Belirli bir estetik öz yapısı olmayan pek çok doğal güzellik vardır. Bir doğa parçasının organik güzelliği, doğayı resmeden büyük ressamların yapıtlarından duyduğumuz estetik güzellikle özdeş değildir. Giderek biz seyirciler bile bu ayrımın tümüyle bilincine varırız. Örneğin ben bir doğa parçası üzerinde yürüyebilir ve doğanın çekiciliğini duyumsarım. Havanın yumuşaklığından, çimenlerin tazeliğinden, renklerin çeşitliliği ve canlılıklarından ve çiçeklerin güzel kokularından hoşlanabilirim. Ama sonra ruhsal durumumda birdenbire bir değişiklik olur. Hemen doğa parçasını bir sanatçının gözüyle görürüm. Onun bir resmini biçimlendirmeye başlarım. Şimdi yeni bir alana girmiş oldum: Canlı nesnelerin değil, "canlı biçimlerin" alanına... Artık nesnelerin doğrudan doğruya verilen gerçeklikleri içinde değilim. Şimdi uzaysal biçimlerin ritimleri, renklerin uyum ve karşıtlıkları, ışık ve gölge dengesi içinde yaşıyorum. İşte biçimin devingen yönüyle böylesine bir kaynaşma, estetik yaşantıyı oluşturur.
Çeşitli estetik okullar arasındaki bütün karşıtlıklar, bir anlamda bir noktaya indirgenebilir. Bütün bu okulların zorunlu olarak benimsedikleri şey, sanatın bağımsız bir "konuşma evreni" olduğudur.