Halide Edib gibi, öncelikle romanlarının kendisine sağladığı şöhretle tanıdığımız Yakup Kadri Karaosmanoğlu (1889-1974) da, hikâye türünde vermiş olduğu eserlerle dönemin Türk edebiyatına önemli katkılarda bulunmuş yazarlarımızdandır. Onun Bir Serencam (1913), Rahmet (1923), İzmir'den Bursa'ya (H.Edib, F.Rıfkı ve M.Asım'la ortak 1922) ve Millî Savaş Hikâyeleri (1947) isimli kitaplarda yer alan 60'a yakın hikâyesi mevcuttur. Sanat hayatının ilk yıllarında Servet-i Fünûn mektebi ile Fransız edebiyatının tesiri altında bulunan Yakup Kadri, ferdiyetçi sanat anlayışına sahiptir. Sosyal baskı-fert çatışması, ekseninde bireyin mutsuzluklarını ele alır. Bir Serencam'da yer alan; "Baskın", "Bir Kadın Meselesi", "Bir Ölünün Mektupları", "Şapka", "Nebbaş", "Yalnız Kalmak Korkusu" isimli sekiz hikâye, yalnızlık, karşılıksız aşk, cinsellik, ölü sevicilik gibi ferdî temalarıyla, bu anlayışın somut örnekleridir.
Yakup Kadri, sanat hayatının ikinci devresinde dikkatini sosyal hayata çevirmiş; toplumun problemleri üzerine eğilmiştir. Rahmet ve Millî Savaş Hikâyeleri isimli kitaplarda toplanan bu hikâyelerinde (Zeynep Kadın, Ses Duyan Kız, Teslim Teslim, Güvercin Avı, Bir Şehit Mezadı, Köyünü Kaybeden Kadın), savaşın getirdiği büyük yıkımlar ve acılar ön plâna çıkar. Ayrıca o dikkatini Anadolu ve insanına çevirmiştir. Hikâyelerinin yarıdan fazlasının mekânı Anadolu'dur. Bu itibarla Yakup Kadri, Refik Halit ile birlikte, memleket edebiyatına önemli katkılarda bulunur. Ancak bedbin bakış açısı ve Maupassant'tan gelen hayatın kusurlu tarafına bakma tavrı yüzünden hikâyelerdeki Anadolu ve insanı, Yaban romanında olduğu gibi, büyük ölçüde olumsuz nitelikleriyle karşımıza çıkar.
Yakup Kadri, hikâyelerinde realisttir. Gerek eserin malzemesini temin etmede gözlem ve belgelere müracaat etme, gerek bu malzemeyi determinist bir yaklaşımla işleme, gerekse kahramanları karşısındaki tavrı bakımından Maupassant'a ve realist geleneğe bağlı kalmıştır. Bununla birlikte onun gerçekçiliği, dıştan çok içe yöneliktir. Psikolojik realizmi gündeme getiren bu tavır, eserlerinde zihin ve ruh tahlilini önemli kılar. 1915'lere kadar olan eserlerinde, önemli ölçüde Edebiyat-ı Cedîde'ye yakın bir dil kullanan Yakup Kadri, hep sanatkârânelik endişesi içinde olmuştur. Bu çerçevede bir süre Yeni Lisan hareketine karşı çıkar. Ancak sanat hayatının ikinci döneminde (1915'ten sonra), yavaş yavaş Millî Edebiyat'ın sade dil anlayışına yönelir ve bunda karar kılar. Bununla birlikte kendine has bir üslûp endişesinden hiçbir zaman vazgeçmez.
Nur Baba, Karaosmanoğlu'nun ilk romanıdır. 1922'de kitap olarak çıkmadan önce gazetede yayımlanmıştır. Ama yazılışı ondan sekiz dokuz yıl öncesine gider. O yıllar Karaosmanoğlu'nun Eski Yunan ve Latin edebiyatıyla ilgilendiği ve Çamlıca'daki bir Bektaşi tekkesine devam ettiği dönemdir. Nur Baba'yı Euripides'in Bakkhalar'ından esinlenerek ve tekkedeki gözlemlerine dayanarak yazmıştır. Roman, tekkenin şeyhiyle, evli bir kadın arasındaki tutkulu bir aşkın öyküsünü anlatır. İçki, müzik ve sevişmeyle sabahlara değin süren ayinler, Bektaşi töreleri ve tekke yaşamı kitapta büyük yer tutar. Bu ayinlerle Bakkhalar'in ayinleri arasında benzerlik bulan Karaosmanoğlu, romanın kadın kahramanı Nigar’da cinsel aşktan mistik bir aşka geçişi göstermek istemiştir.
Kiralık Konak'ta Karaosmanoğlu, II. Meşrutiyet yıllarında Batılılaşma hareketinin yol açtığı değer kargaşasını, geleneklerden ve eski yaşam biçiminden ayrılışı ve kuşaklar arasındaki kopukluğu sergiler. Romanda yazar adına konuşan Hakkı Celis, başlangıçta yurt sorunlarına karşı ilgisiz, âşık, içli bir şairken, sonradan bilinçlenerek değişir, bireyin değil, toplumun önemli olduğunu anlar ve "milli ideal" denen bir sevdaya tutulur. Bu ideal geleceğin Türkiye'si ve ulusudur. Karaosmanoğlu romanın öbür kişilerini ve dolayısıyla toplumu, bu yeni bilince ulaşmış Hakkı Celis'in gözleriyle değerlendirir ve yargılar. Ona göre geleceğin Türkiye'sinde ne geçmişin Osmanlı'sının, ne Batı hayranlarının, ne de yurt sorunlarından habersiz, yalnızca sanata tapan bireyci aydınların yeri vardır. Romanın baş kişileri gerçi belli tiplere örnek olarak sunulmuşlardır, ama Karaosmanoğlu bunları çok yönlü bireyler olarak yaşatmayı amaçlar.
Yaban, Karaosmanoğlu'nun en başarılı romanı sayılır. Anadolu köylüsünün gerçeklerini dile getirdiği ve Türk aydını ile köylüsü arasındaki uçurumu gözler önüne serdiği için övülmüştür. Ancak bazı eleştirmenler de Karaosmanoğlu'nu, köylüye tepeden bakmak ve onu hor görmekle suçlamışlardır. Kiralık Konak ile Sodom ve Gomore'de Osmanlı düşüncesini sürdürenlerle Batı hayranı alafranga sınıfın toplumdaki çürüyen organlar olarak nitelenmeleri gibi, Yaban'da da gerici Anadolu köylüsü yoz bir sınıf olarak sunulur. Yeni ulusu yaratmak görevi de vatanı kurtaracak olan aydınlara düşmektedir. Yaban hem Anadolu'yu ve köylüyü konu edinen ilk önemli roman olmasıyla hem de çirkin bir gerçekliği şiirsel bir üslupla dile getirmedeki başarısıyla Türk roman tarihinde saygın bir yere sahiptir.
1910'dan 1974'e dek verdiği eserler, üslup özellikleri bakımından Türkçe'nin geçirdiği bütün evreleri yansıtır.
ROMANLARI : Kiralık Konak, Nur Baba, Hüküm Gecesi, Sodom ve Gomore, Yaban, Ankara, Bir Sürgün, Panorama, Hep O Şarkı
HİKAYELERİ : Bir Serencam, Rahmet , Milli Savaş Hikayeleri
Mensur şiirleri: Erenlerin Bağından, Okun Ucundan
ANI : Vatan Yolunda, Zoraki Diplomat, Gençlik ve Edebiyat Hatıraları, Politikada 45 Yıl, Anamın Kitabı,
Tiyatro: Nirvana, Sağnak, Mağara, Veda
Monografi: Ahmet Haşim, Atatürk
Makale: İzmir’den Bursa’ya (1922, Halide Edip, Falih Rıfkı Atay ve Mehmet Asım Us ile birlikte), Kadınlık ve Kadınlarımız (1923), Ergenekon (iki cilt, 1929), Alp Dağları’ndan ve Miss Chalfrin’in Albümünden
Niyazi Akı, “Yıldızların Bîkesliği”nden sonra yazılan “Bâdıbanım Bir Mendil Oldu” ve “Eylûl”de başlıklı mensurelerin ses yapısına dikkat çekerek “sesli ve sessiz harflerin, kelimelerin, cümlelerin tekrarları ile kısaca, ritm ve alliterasyonlar vasıtasıyle bir müzikaliteye ulaşma gayreti vardır ki Yakup Kadri’den önce maksatlı olarak böyle bir teşebbüse rastlamıyoruz. Yıldızların Bîkesliği’nde şiiri his ve fikirde arayan yazar, bunlarda tekrar vasıtasıyla kulaktan his telkinine teşebbüs eder” demektedir (Akı, 1960, 59-60).
Yakup Kadri’nin lisanı, meselâ Refik Halid’in Türkçesinde olduğu gibi, temel malzemesini ana dilimizin en güzel konuşulduğu yurt ve ev-âile Türkçesinden almış değildir. Bu nesirler sanatkârın şüphesiz pek geç tanıdığı ve Anadolu’da Oğuz Türkçesinin ilk mucizelerinden olan klasik ve edebî Dede Korkut lisanı arasında hiç bir münasebet yoktur. Yakup Kadri’nin nesri (...) Servet-i Fünun nesrinin daha hareketli bir devamı olarak başlamış, sonra, bilhassa Kitab-ı Mukaddes tercümesinin gerek üslûp, gerek ruh bakımından kuvvetli tesiri ile gelişerek işlenmiş, işlendikçe güzelleşmiş ve sanatkârının kendi mistik ruhunda kopan kıymetlerle süslenerek, zevkli, musıkîli ve çok kere mâveraî bir âlemden sesleniyormuş gibi tılsımlı bir sanat lisanı halini almıştır. Böylelikle san’atkârın, Erenlerin Bağından isimli eserinde nemalanarak Okun Ucundan terennümlerinde en olgun sesini bulan Yakup Kadri nesri, bugün edebî kıymeti aşılmak şöyle dursun, henüz kendisine yetişilememiş hususî bir nesir mümessili olarak ayrı bir hazla okunmaktadır. (Banarlı, 1979, 1202)
Mekân insan ilişkisi ve hikâye kurma tekniğinde Maupassant’ı örnek alan yazarımız anlatma tekniği bakımından zaman zaman Daudet’yi hatırlatır.