Doğum tarihi: 1800, Develi
Ölüm tarihi ve yeri: 1866, Develi
Seyrânî’nin asıl adı Mehmed’dir. Develi’nin Oruza (bugünkü Cami-i Kebir) Mahallesinde dünyaya gelmiştir. Babası, aynı mahallenin imamı Cafer Efendi’dir. Mehmed Seyrânî, iki yıldan fazla bir medrese tahsili görmüş ve burada dinî ilimleri de tahsîl eylemiştir. Menkıbeye göre Mehmed Seyrânî; 15 yaşında iken babasının imamlık yaptığı camide, “Pîr elinden Hakk bâdesin içmiş”tir. Bu bâde içiminden sonra Seyrânî adını almıştır. Seyrânî, bir ara İstanbul’a gitmiş, orada Divân şairleriyle tanışmıştır. Bu sebeple divan tarzında da şiirler söylemiştir. Yalnız burada söylediği “Taşlamalar” sebebiyle İstanbul’u terk ederek Develi’ye geri dönmüştür. Daha sonra Anadolu’nun muhtelif yerlerini dolaşmış, hatta Halep’e kadar gitmiştir. 1866’da memleketi olan Develi’de ölmüştür.
Seyrânî, Develi’de doğmuştur, fakat Develili olmamış, herkesin en çok sevdiği biri olmuştur. Zira onun eserlerinde döneminin; sosyal, kültürel yapısını en güzel bir şekilde dile getirdiği şiirlerini sağlığında kendisi kaleme almamış, ancak onun sağlığında ve ölümünden sonra sevdikleri tarafından bu şiirler bazı cönklerde yer almıştır. Seyrânî’nin şiirlerinde din ile ilgili itikat, ibadet ve ahlakî hükümlere ait hususları bulmak mümkündür. O, şiirlerinde bir tasavvuf şairi olarak değil, bir saz şairi olarak dinî meseleleri, halka basit bir dille anlatılabileceğini göstermiştir. Onun şiirlerinde dinî hüküm ve bilgiler, hemen hemen tasavvufî açıdan ele alınmaktadır. O, Allah ve peygamberlerden bahsederken tasavvufun belirli esaslarına riayet eder. Ayet ve hadisleri yine aynı ölçüler içinde iktibas eder veya telmihte bulunur. Ancak onun ahlakî hükümlerde doğrudan doğruya iyi bir Müslüman’da bulunması gereken şartlar üzerinde durduğunu görüyoruz.
Seyrânî’nin eserlerindeki görüşleri, teşbihleri ve ifadeleri klasik saz şiirinin beylik sözlerinden bir hayli ileri ve şahsîdir. Bunlar çok kere de mizahımsı bir ruh taşır. Biraz evvel yukarıda da ifade ettiğimiz gibi Seyrânî şiirlerinde; ayete, hadîse, tarihî ve ilmî hadiselere telmihlerde bulunur. Emsallerine göre o, daha bilgili bir saz şairi ve şiirlerinde entel olarak bir mahbup bulunmayışıdır.
Seyrânî’nin eserlerinden anladığımıza göre onun; genel kültürü oldukça güçlü ve dinî ilimleri de iyi bilmektedir. Bunu bilhassa şiirlerinde tasavvufî ıstılahları fazlası ile kullanması sebebiyle daha iyi anlıyoruz. Özellikle onun döneminden önce ve dönemindeki saz şairlerinin tasavvufî temlere fazla rağbet etmedikleri bilinmekte ise de Seyrânî’nin, dini ilimlerden ve tasavvuftan kopmadığı görülmüştür. O, belirli bir tarikata bağlı değildir. Bununla beraber onun Nakşibendî olduğu söylenebilir. Zira onun bu tarikat ile ilgili mısraları, bizim bu kanaatimizi doğrular niteliktedir.
Seyrânî, İslam dinini dondurulmuş bir kalıp olarak kabul etmez. Dinin, herkesin anlayabileceği bir tarzda anlatılmasını ister. Zira kendisi, hem bir imamın oğludur, hem de aşk badesini camide içmiştir. Bu bakımdan o, bazı katı hayatın ve hadiselerin üstüne çıkabilmek için Ahmed Yesevî’ye, hatta Yûnus’a kadar uzanan tasavvufî bir vecde, heyecana kendisini kaptırır.
Seyrânî’nin; Yûnus Mektebi’nin bir müntesîbi olduğunu, peygamberler tarihi ve tasavvufî temleri de bütün inceliklerine göre iyi kullandığını, bunlardan; ilâhî, münâcaat, na’t ve devriyeler gibi din ve tarikat konularını ihtiva eden Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı türlerinde oldukça orijinal şiirler yazdığını biliyoruz. Ama bu şiirlerinde o, hiçbir zaman bir tarikat propogandacısı (Şah İsmâil gibi) olmadığı gibi, sanatını da kötüye kullanmamıştır. Bu bakımdan Seyrânî, tekke şairlerinden hiç de aşağı kalmamış ve kendisi müspet ilimler ile millî kültüre de sahip bir şair olarak yetişmiştir.
O, ilâhî aşkın verdiği sonsuz bir coşkunluk içinde lirizm deryasına dalmıştır. Bu yüzden nefesleri yalnız tekkelerde değil, her çeşit inanıştaki halk toplulukları arasında beste ile yakın yıllara kadar seve seve okunmuştur. Seyrânî, şiirlerinde kuvvetli bir hayat duygusu taşır. Tasavvuf zevkini de yaşar. Kırklar meclisinden ilâhî aşkın şarabını içer. Bazı şiirlerinde bir pire, bir şeyhe bağlanmanın özlemini duyar.
Netice olarak ifade ederiz ki Seyrânî, şiirlerinde Allah’ı çeşitli tasavvufî temler içerisinde anlatır. O, bu anlatış tarzında, tekke şairlerinin vahdeti vücûd sistemini kullanır. Ona göre ezelde Tanrı’nın “zat”ından başka hiçbir şey yoktu. “Ezel”de “bir” ve “tek” olan Allah, “zat” içinde, kendi kendisine tecellî ederek “kün” emriyle dünyayı yarattıktan sonra kendisi “sır” olmuştur. Yerler, gökler, yıldızlar; hayır, şer, hâsılı her şey yaratılmış, böylece bir hasret meydana gelmiştir. Kâinattaki her şey birer “nakış ve suret”ten ibarettir. Hepsinin aslı Allah’tır. Âlemdeki bütün mevcudât, aslında onun vücududur. Güzellerin yüzündeki göz, balığın içindeki Yûnus, peteğin içindeki bal, şekerdeki lezzet, gönüldeki fikir ve tedbîr, Ferhad’daki azim, Şîrîn’deki hasret, Leylâ’nın yüzündeki güzellik, Mecnûn’daki aşk ve vuslat azmi hep odur. Hatta Firavun ile Mûsâ’ya düşman olan da odur.
Kaynak: Türk Halk Şiiri, Anadolu Üniversitesi, Eskişehir, Eylül 2011.